BÖLGESEL GÜÇ OLARAK AVRUPA BİRLİĞİ VE DIŞ POLİTİKA (özet)


BÖLGESEL GÜÇ OLARAK AVRUPA BİRLİĞİ VE DIŞ POLİTİKA

AB’nin Dış Politika Gelişim Süreci 

            İkinci Dünya Savaşının yıkımıyla başlayan süreçte gücünü artıran SSCB ve ABD’nin bölgede Varşova Paktı ve NATO ile savaşla birlikte yıkıma uğramış Avrupa’yı kontrol altına almıştır. Tekrar Avrupa’nın gerek kıtada gerek kıta dışında olaylara müdahale etmek için bir girişime ihtiyacı vardı. Fakat bu ihtiyacı giderirken kuvvet kullanmayla değil işbirliğiyle yapması gerektiğini farkındaydı.

                  Küresel sorunlarla daha aktif katılımlı bir politikanın ekonomik güç, askeri güç ve caydırıcılıkla yakından ilişkili olması gerçeği, AB’nin özellikle son dönemlerde, dış politikasında yeni açılımlarla diğer kıta ve bölgelerle ilerleyen bir ivmeyle ilgilenmesine izin vermemektedir.

                AB “Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası” adı altındaki politikalarıyla uluslararası gelişmelere bigâne kalmadığını gösterirken, demokrasi, sosyal duyarlılık ve barışçı tarzıyla ABD’den ayrılan yaklaşımıyla farklılaşmakta, fakat bu anlaşılabilir tercihin bir sonucu olarak ekonomik ve siyasi açıdan yeterli etkiyi sağlayamamaktadır.

     Ortak dışişleri ve güvenlik politikası, içerdiği yeniliklere rağmen Birliğin yapısı ve tabiatı gereği oldukça sınırlıdır. Bu politikanın beş esas üzerine kurulduğunu ifade etmek gerekir. Bu genel hükümler şu şekilde özetlenebilir:
·         Birliğin ortak değerlerini, çıkarlarını, bağımsızlığını korumak,
·         Birliğin ve üye devletlerin güvenliklerini geliştirmek,
·         Uluslararası hukuka göre barısı korumak ve uluslararası güvenliği güçlendirmek,
·         Uluslararası alanda işbirliğini tevsik etmek,
·         insan hakları ve demokrasinin geliştirilmesi.

      Üye ülkelerin farklılaşan ulusal çıkarları, tarihi ve coğrafi faktörler, diğer bölgelerle mevcut iktisadi, siyasi ve kültürel bağlantıları böyle bir tablonun ortaya çıkmasında etkilidir. Hiç kuskusuz, bu hedefler küresel emperyal bir güç olma girişiminin değil, güçlü bir bölgesel aktör olmanın gereği olarak belirlenmiştir.

       “Kurulusundan günümüze Avrupa Birliği, yarım yüzyıl boyunca ABD’nin askeri bakımdan koruyucu şemsiyesi altında düşük askeri bütçelerin getirdiği imkânlardan yararlanarak hızlı bir büyüme süreci yasamış, öte yandan, yine askeri bütçelerdeki bu kısıntıların bir sonucu olarak operasyonel hareket kapasitesini asgariye indirmek zorunda kalmıştır. Değil dünyanın sıcak çatışma bölgelerine, kendi etki alanındaki Bosna ve Kosova’ya dahi askeri operasyon yapma imkânının olmadığı ortaya çıkmıştır.

Avrupa Tek Senedi’nin 30. maddesi 1. paragrafın “üye devletler, ortak bir Avrupa dış politikası geliştirip uygulamak için çaba göstereceklerdir” hükmünden ve son kertede Maastricht Antlaşmasının 2. sütununda yer alan Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası’nın kurumsallaştırılmasını referans almaktadır.

      ODGP, AB literatürüne AT ile girmeye başlamıştır. 1957 tarihli AET’yi kuran Roma Antlaşması öncelikle ekonomik konularda bütünleşmeyi hedeflemiş, genişleme, güvenlik ve dış politika, vergilendirme, göç ve iltica gibi yüksek önem taşıyan ve AB literatürüne yüksek politika konuları olarak giren konular için bir kapı aralamamış, daha çok tekstil ürünleri ticareti ve tarım ürünlerinin serbest dolaşımına ilişkin hedefi AB üyelerini ekonomik anlamda kalkındırmaya ve bunlara benzer tek pazar hedefine yönelik olmuştur. O dönemin dış politikası, üye devletlerin henüz egemenliklerini Birliğe devretme konusunda çekingen davrandıkları bir dönemdir. Daha önce de ifade edildiği gibi, her birinin sömürgeleri ile ilişkileri henüz devam etmektedir.  Sömürgelerle veya üçüncü taraf olan ülkeler ile devam eden çıkar ilişkileri, dış politikada ve ülkelerin ulusal bütünlüklerine ilişkin konular, örneğin vatandaşlık kanunları, etnik gruplara ilişkin politikalar, sınırların tayini gibi henüz ortak karar alma veya bu kararların arkasında durma gibi bir durum ortaya çıkmamıştır.

Tarihsel Olarak AB ve Dış Politika Gelişimi

      Dünya siyasal sisteminde iki kutuplu yaklaşım, Soğuk Savaş’ın başlaması ve ulusal ve uluslararası politikaların bu sisteme göre sekil alması, AET’nin zaman içerisinde dıs politika konularında da kurumsallaşmaya yönelmeye zorlamıştır. AET zamanla, kendi iç mevzuatından da güç alarak ve işleyişle bu yapıyı güçlendirmiş, ilerleyen yıllarda geleceğin “Avrupa sivil gücü”15 olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Dünya konjonktüründeki Soğuk Savaş’ın başlaması, kutupların belirlenmesi, özellikle Doğu Almanya’nın Sovyet Rusya desteği ile bir askeri birlik kurması, Batı Almanya’nın buna karşılık yeniden silahlanmak istemesi, her ne kadar Fransa karsı çıkmış olsa da, NATO’ya kabulü, bu durum karsısında endişelenen Fransa’nın ortak savunma birliği kurma fikri16 gündeme gelmiş ve ardından 1950 yılında çıkan Kore savası AB’yi Birliğin tam anlamıyla vücut bulması ve güçlenmesinden önce, ortak ordu kurmaya ve Avrupa Savunma Topluluğu’na (AST) itmiştir. Fakat devletlerin egemenliklerini bu kadar erken bir zamanda ulus üstü bir kuruma devretmeye meyilli olmamaları nedeniyle AST, özellikle Fransa millet meclisinin antlaşmayı onaylamamasından dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak AB’nin bu girişimi, NATO’da karşılık bulmuş ve AET’nin ilerleyen yıllarda dış politika ve güvenlik konularında NATO tarafından anahtar kurum görevini üstlenmesine sebebiyet vermiştir. Kendine özgü bir dış politika yaratmaya çalışan AET için, bu durum dış politika geliştirilmesini bir dönem sekteye uğratmış ve bir ilerleme ortaya koymasının da önünü tıkamıştır.

Avrupa Siyasi İşbirliği’nin AB’nin Dış Politikasına Etkileri

Avrupa Siyasi İşbirliği, AET için 1970’ler ve 80’ler boyunca dış politika sorunları üzerinde ortak hareket etmeyi gerektirmiş olmasına rağmen, Almanya ve Fransa dışındaki üye devletler ASİ’yi kendi bünyelerinde meşruiyetlerini korumak için uluslararası meselelerde aktif olmadan, değişen dünya sistemi içerinde yer almanın bir aracı olarak görmüşlerdir.

Avrupa Tek Senedi ’nin AB’nin Dış Politikasına Etkileri

       Avrupa Birliği, ortak dış politika ve bu yönde uygulamaya iliksin iradesini 1987 Avrupa Tek Senedi’nde somut olarak ortaya koymuştur. Günümüz AB dış politikasını anlamak için, senedin 30. maddesi ve alt paragraflarının ortak dış politika çerçevesini nasıl ve hangi yönteme dayanarak çizdiğine bakmak gerekmektedir. Senedin en önemli maddesi, makalenin basında dile getirilen 30.madde 1. paragrafında belirtilen “üye devletler, ortak bir Avrupa Dış Politikası geliştirip uygulamak için çaba göstereceklerdir” yaklaşımıdır. Örneğin 2.paragrafta,“üye devletler uluslararası politikada ya da uluslararası örgütlerde ortak Avrupa etkinliğini kırıcı her türlü önlem veya davranıştan sakınırlar”. Paragraf 4’teilk defa Parlamentoya bu konuda sorumluluk verilmiş ve dış politika konularında“Avrupa Parlamento’sunun düzenli biçimde görüsü alınır ve bu görüş dikkatle değerlendirilir” ifadesi yer almaktadır. Son olarak, iradenin nihai paragraf olan 6a’da “üye devletler, Avrupa Güvenliği konusundaki yoğun işbirliğinin, Avrupa’nın bir dış politika kimliği geliştirmesini kolaylaştıracağı görüsündedirler” olarak ortaya çıkmaktadır.
      
Maastricht Antlaşması ve AB’nin Dış Politikasına Etkileri

Soğuk Savaş döneminde, AB, dünya sistemi içerisinde kendini, gerek ekonomik, gerek politik ve güvenlik açısından ABD’nin himayesi altında korumaya devam etmiştir. Bu korumacılık, yerini daha güvensiz ve hemen yanı basında, sınırında çatışan Bosna–Sırbistan gibi ülkeler arasında daha aktif bir politika izlemeye mecbur bırakmıştır. Kıtadaki bu yapılanma dış politika üretme bakımından yeterli ses getirmeyen Avrupa Tek Senedi’nin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. 1993’te yürürlüğe giren ve AB’yi tek çatı altında birleştiren, Avrupa güvenlik ve savunma politikalarına öncelik verilmesi sayesinde önemli bir yere sahip olan Maastricht Antlaşması, aynı zamanda AB’nin kurumsallaşmasına ve günümüzdeki yapılara, isleyişlere kavuşmasını da sağlamıştır. Maastricht Antlasması ile ortak dıs politika ve güvenlik, AB’nin vazgeçilmezleri arasına girmis ve bu sütun ile AB, kendi dısındaki aktörlere, dünya politikasında söz sahibi olabilecek güçlü bir birliğin temellerini attığının mesajını vermiştir.

         Fakat AB içerisindeki tüm bu kurumsallasma çabalarına rağmen, 2003 yılında
ABD’nin Irak’ı işgal etme arzusuna Almanya ve Fransa karsı çıkarken, diğer üye ülkelerin farklı tavır içinde olması, hem ülkelerarası çıkar iliksilerinin yaptırım gücünü, hem de AB’nin ortak dış politikada tek sesli olma girişiminin çok da kolay olmadığını göstermiştir.

      Ortak dış politika geliştirmede ilerlemeyi zorlaştıran “çok aktörlülük” ve ulusal çıkarların bazen AB çıkarları ile çatışması, AB içerisinde problemlerin en kısa şekilde giderilmesi için yeni politikaların ve stratejilerin geliştirilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmış ve Amsterdam Zirvesi ve devamında ortak anayasa taslağı çalışmaları ile Lizbon’a giden süreç başlamıştır.

Lizbon’la Güçlenen AB Dış Politikası
Fransa ve Hollanda’da referandumda “hayır” sonucu alınmasına rağmen, ortak anayasa çalışmasını başlatmış ve 2009 yılında Lizbon Antlaşması adı ile yürürlüğe girmiştir. Lizbon Antlaşması önemli noktası, kurucu antlaşmaları tadil eder nitelikte olması ve “Anayasa” niteliği taşımamasına karsın, diğer antlaşmalar gibi, Birliğin demokratik, etkili ve şeffaf bir yapıya kavuşturulmasını ve kurumsal zorlukların giderilmesini amaçlamış olmasıdır.
Lizbon reform sürecinde dış politika açısından alınan kararlar, şu şekilde hayata geçirilmiştir;

1) Ortak dış politika geliştirmek Lizbon Antlaşması’nda, Avrupa’nın ortak dış ilişkiler,
güvenlik ve ortak savunma politikasına başkanlık edecek yeni bir makam
“Dışişleri ve Güvenlik Politikası Birlik Yüksek Temsilcisi” oluşturulmuştur. Bu birim üye devletlerin ve AB’nin dış politikalarının daha uyumlu hale getirilmesini ve birbirlerini tamamlamasının yanı sıra,
daimi temsilci olan bir uluslararası aktörün yaratılmasını da amaçlamıştır. Daha önce atanan ve günümüzde görevi devam eden Catherine Ashton’un görevi Birliğin uluslararası bir aktör olduğu konusunda çalımsalar yürütmek, vurgulamak ve dış politikada tek sesliliği sağlamak

2) Yapılan diğer bir yenilik ise, Ortak Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi ile Dış ilişkiler Komiseri, mevcut iki makamı birleştirmektedir. Bu birleşme ile temsilci, AB Dışişleri Bakanlar Konseyine başkanlık etmekte, bu da dış politikada karar almanın hızlandırılması ve tek bir elden yönetilmesi bakımından ayrıca önem arz etmektedir.

3) AB’nin, kurumsal olarak Lizbon Antlaşması’nın Avrupa Dış ilişkiler Birimi (External Action Service) yapısı ile diplomatlara kavuşmasıdır. Bu yapı ile AB, yurtdışı kurumları bünyesinde barındırdığı bürokratlarını artık birer yurtdışı diplomatı olarak görüyor ve daha önemlisi Temsilciyi veya Büyükelçiyi artık Komisyonun değil, AB’nin kurumsal diplomatı olarak tanımlıyor olmasıdır. Uluslararası meselelerde, bu yapı, AB’nin dış politikada temsiliyeti kurumsal olarak genişletmekte ve tek sesli olma stratejisini de desteklemektedir.

AB Dış Politikasından Somut Adımlar ve İzdüşümler: Afrika, Orta Asya, Ortadoğu
Afrika

       AB, neredeyse kurulusundan bugüne pasif olarak üçüncü Dünya ülkeleri, Afrika, Latin Amerika, Ortadoğu ve Orta Asya bölgesi ile gerek komşuluk politikaları bağlamında, gerekse ekonomik işbirliği bağlamında, özgün dış ilişkiler ve politikalar geliştirmektedir. Özellikle, AB’nin, Doğu Bloğunun dağılmasından sonra Doğuya ve Balkanlara doğru sürpriz şekilde genişlemesi, Rusya, Güney Kafkasya ve Orta Asya ülkeleriyle ticari ve ekonomik ilişkiler kurması.  Politik bir aktör olarak bölgede girişimlerinin olması, kendine özgü bir Çin politikası geliştirmiş olması, AB’nin dış politikasının artık bölgesel olmanın çok ötesinde küresel olmaya başladığının da açık göstergeleridir.

İki kıta arasında ticari engelleri kaldırma kararı alan ve 1975 Anayasası ile “Sahra altı Afrika’sı” ile ilk çerçeveyi imzalayan. 1973 petrol krizi sonrasında hammadde sıkıntısından kurtulmak için Avrupa Topluluk pazarına Afrika ülkelerinin serbest girişini sağlayan, Afrika–Karayip-Pasifik ülkelerine daha iyi ticari şartlar sağlayan AB, bir anlamda, kolonizasyon döneminin günahını çıkarma ve hümanist perspektif yaklaşımıyla kıtayı yeniden keşfetmeye çalışmıştır.

        İnsan hakları konulu 1979 tarihli Lomé II Antlaşması ve politik diyalog ve sektörsel yardım hükümleri içeren Lomé III Antlaşması, Lomé IV Antlasması devam eden AB-Afrika ilişkilerinin mahiyetini göstermektedir.

        Diğer bir antlaşma olan COTONOU Antlaşması, kültürel, ekonomik ve siyasal insan haklarından sosyo-ekonomik iyileştirmelere ve cinsiyet eşitliğine kadar birçok konuyu düzenlemiştir.

Orta Asya ve Kafkasya

          Bağımsızlıklarının hemen sonrasında, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan, AB’ye üye olan ülkelerin ilgisini çekmiş, özellikle Kazak, Kırgız ve Özbek devletleriyle, 1 Temmuz 1999 tarihinde yürürlüğe giren ortaklık işbirliği antlaşması yapılmıştır. AB’nin Orta Asya ülkeleriyle olan ilişkilerinde ve bölgeye yönelik stratejisinde enerji politikaları kadar, ABD’nin bölgede Rusya’nın etkinliğini azaltma politikasına paralel bir yol izlendiği göze çarpmaktadır. Bunun yanında, küresel aktör rolüne soyunan AB’nin, enerji kaynakları ve dağılımı açısından önem arz eden Orta Asya ve Kafkasya ile iyi ilişkiler ve diyalog yolunu açık tutması, reel politik açısından da değerlendirildiğinde çok doğru bir strateji olarak karsımıza çıkmaktadır.

        AB, Rus doğalgazının Avrupa’ya tasınmasına yönelik olarak, Orta Asya ile enerji hakları bağlamında, özellikle NABUCCO hattı projesiyle yakinen ilgilenmektedir. Hatta bu proje, AB destekli NABUCCO projesi olarak nitelendirilmektedir.


Ortadoğu

        Körfez krizi boyunca, ABD-İngiltere ittifakının Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın savaşa girmesi ve AB’yi NATO üzerinden savasın paydası olmaya sürüklemesine karsı bir tepki olarak ortaya çıkan görüşler, Avrupa’daki önemli bir ayrılığı da gün yüzüne çıkarmıştır. Almanya ve Fransa’nın savaşa itirazı, ancak zamanla Almanya’nın adeta yalnız kalması ve üye devletlerin bir kısmının savaşa aktif olarak katılmalarına rağmen, diğer bir kısmının karsı durması veya en azından savaşa destek olmamaları önemli bir çatlağın göstergesi olarak karsımıza çıkmıştır. Mart 2003 tarihinde, AB Güvenlik Enstitüsü strateji uzmanları arasındaki tartışmalar üç noktada yoğunlaşmıştır: AB ve ABD’nin sadece Irak’ta değil, genel Ortadoğu politikaları konularında da anlaşamadığı görülmektedir.

İsrail-Filistin uyuşmazlığında, ABD’nin tercihinin son derece katı ve İsrail’i kayıtsız şartsız korumaya yönelik olduğu, AB’nin ise bu konuda daha yumuşak ve objektif, barışçıl çözümler üretme yanlısı olduğu, BM genel kurulunda ve oylamalarda görülmektedir. Bu tarz bir politikanın izlenmesi, AB’nin kurulusundan bugüne izlediği kalın çizgi olan “yumuşak güç” politikalarına ve kuruluş amacına da uygun bir seçimdir.

Sonuç
Hiç kuskusuz “dıs politika” siyasal bir birlik ve devlet olabilmenin ön sartıdır. AB’nin siyasal bir birlik olarak “ispat-ı vücut” edebilmesi, gerçek anlamda “Ortak Bir Dıs Politika” üretilmesi kadar, üretilen bu politikanın icrasına da bağlıdır. Ancak siyasal bütünlesmeye doğru giden AB’de, ortak karar alma ve tek sesli olmanın çok da kolay olmadığı ortadır.
Aşağıdaki noktalar, bunun önündeki engeller arasında sayılabilir:
·         Farklı altyapı ve kültürden gelen yeni üyelerin birliğin uyumunu bozması,
·         Dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıklar karsısında ortak karar ve hareket bütünlüğünün sağlanamaması,
·         Ülkelerin birbirinden bağımsız çelişkili açıklama ve tutumları,
·         Dış politikada birlik içinde ortak çatı altında, ortak hareket eden tek bir blok yerine, farklılaşan alt blokların oluşmaya başlaması,
·         Üye ülkelerin birlik çıkarlarından önce kendi ulusal çıkarlarına uygun dış politika geliştirmeye çalışmaları,

·         Yüzyıllara dayanan köklü dış politika gelenekleri olan Fransa, İngiltere ve Almanya gibi Birliğin nüfuzlu üyelerinin dış politika tercihlerinde, Birlik ortak çıkarları yerine, geleneksel politikalarına uygun hareket etmeye çalışmaları,

Yorumlar