- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Uğur Aytaç
Dün
de Bugün de
Cumhuriyet
Devrimi Sınıf Mücadelesidir
Bu yazıda niyetimiz Kemalist Devrim üzerine tarihsel bir
eksende tartışmalara girişmek değil. Bugünün ihtiyaçlarını gözeterek bir değerlendirme yapmayı
hedefliyoruz. Ancak bu hedef için dünün mirasına ilişkin kısa bir hatırlatma
yapmakta fayda var.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesini ve onu takip eden
Cumhuriyeti yani toplamda Devrimi Türkiye’nin toplumsal yapısında nereye
oturtacağımız bugün açısından da önemlidir. Devrimi kavramak, onu
gerçekleştirmenin bir önkoşulu olsa gerek.
Cumhuriyet
Devrimimizin Saflarını Oluşturan Sınıflar
Çarpışanlara baktığımızda bir yanda batı kapitalizminin
dünyalılaşarak geldiği emperyalizm aşamasını, emperyalist üretim ve bölüşüm
ilişkilerinin yerel uzantılarını, siyasi rejimini ve ideolojisini görüyoruz.
Karşısında ise toplumun yarattığı ekonomik değerin emperyalist sermaye ve
devletlere, yerel uzantılarına aktarılmasına karşı çıkan yerli Anadolu
burjuvazisinin, ülkesini modernleştirmek, kalkındırmak ve bağımsız kılmak
hedefini benimsemiş radikal – devrimci aydın kadrosunun ve yine yerelde Ermeni
– Rum faaliyetlerine karşı toprak mülkiyetlerini koruma refleksindeki bir kısım
toprak ağalarının öncülüğünde Anadolu köylüsü durmaktadır.
Cumhuriyetin ilanından sonra da devrimin ilerlemesi ve
gerilemesini ancak bu sınıfsal analizle anlamamız olanaklıdır. Siyasi
bağımsızlığın kazanıldığı ve iktidarın pekiştirildiği ülkede toprak ağaları
devrimi sürdürmekten yana olmayacak, toprak reformu ve köy enstitüleri gibi
girişimlerin karşısındaki en önemli toplumsal güç haline gelecekti.
Yine aynı şekilde ulusal burjuvazi, devrimci önderlikteki
aydın ve bazı bürokrat kadroların beklediği gibi toplumsal kalkınma yolunda
ülkenin inşasına tuğla koymaktan ziyade kendi sınıfsal çıkarını gerçekleştirme
yolunda yatırım maliyetleri daha az, piyasalara açılma riski daha düşük bir yolu
yani emperyalist sermayeye süreç içerisinde eklemlenme yolunu seçecekti.
İşte bu etkenler devrimin katılaşmasına ve içinden bir
karşı devrim doğurmasına imkân vermişti. Devrimin ortaya çıkardığı iktidar
bloğu homojen olmadığından Cumhuriyet’in ilk yıllarından sonra bu ve benzer
yönelimler yavaş yavaş su yüzüne çıkıyordu. Bu toplumsal yapı, Mustafa Kemal’in
programının kendi önderlik ettiği devrim güçlerinin bir kısmı tarafından
tasfiye edilmesine yol açmıştı.
Emperyalizm
Washington’dan Tek Atışta Giden Roket Değil
İlk
olarak belirtmek gerekir ki emperyalizm salt
yurt dışından topluma yönelen bir ilişkiler zinciri değildir. Aynı zamanda
emperyalizmin toplum içi ilişkilere nüfuz etmesi sadece ajanlarla, hainlerle
kısacası üç beş kötü adamla olacak iş değildir.
Bahsettiğimiz
ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler Türkiye’de batı sermayesiyle organik
bağı olan, sömürünün yereldeki uygulayıcısı ve ortağı bir yerel sermaye
sınıfının iktidarıyla yürütülmektedir.
Dün
Amerikancı 12 Eylül Darbesi’ni sevinçle karşılayan TÜSİAD’ın bugün etnik
bölünme sürecine alttan alta verdiği desteğin sırrını çözmek emperyalizmi ancak
bu anlamıyla kavradığımızda mümkündür.
Etnik Bölünmenin İdeolojisini Büyük
Sermayenin Gazeteleri Üretiyor
Holdinglerin
medya kuruluşlarında Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Barzani yönetimiyle
yakınlaşması, Irak merkezi yönetimini yok sayarak enerji anlaşması yapması bir
başarı hikâyesi olarak işleniyor. Yabancı sermaye girişine en çok bağımlı
konuma gelmiş holdinglerin gazeteleri, çıkış yolu olarak Kuzey Irak enerji
kaynaklarınagözü dikmiş durumda.
Bu
gazetelerin analistlerine göre, Kürdistan’a “ağabeylik” edecek bir Türkiye
bölgede ekonomik ağırlığı elde edecek. Bu da 9 yılda borcunu 5’e katlamış özel
sektörü (bunların çoğu büyük sermaye firmaları) içinde sıkıştığı durumdan
kurtaracaktır.[i]
Sadece
ekmeği vatanına bağlı toplumsal sınıflar önce vatan diyebilir. İşçisi, köylüsü,
esnafı, küçük üreticisi ekmeğini ancak bağımsız ve birlik içindeki bir vatan
üzerinde esenlik içinde kazanabilir. İşçi; Türk – Kürt, Alevi – Sünni diye
bölünmeden birlik olursa hakkını arayabilir. Bağımsız bir ülkede köylü, esnaf
ve küçük üretici emperyalist tekelci kapitalizmin çarklarına karşı hayatta
kalabilir ya da mülksüzleşir.
Emperyalist Sermaye ve Doğal Uzantısı
“Ekmeğini” Nasıl Kazanıyor?
Lenin, emperyalizmin temel özellikleri olarak tekelci
kapitalizmi, sermaye ihracını, mali sermayenin oligarşisini sayıyor.[ii]
Türkiye’nin de kaynaklarını sömürmenin en etkin araçlarından biri mali
(finansal) sermayenin operasyonları olmuş durumda. Küresel krizin hissedildiği,
ekonominin durgunlaştığı, işsizliğin ve yaşam pahalılığının arttığı 2007 – 2011
yılları arasında finansal sektörün toplam kârlılığı yaklaşık olarak %30
artıyor.[iii]
Ama belki de sevinmeliyiz. Ne de olsa memlekette bir
sektörde bile olsa bu denli yüksek kâr artışı ekonomiye katkı sağlar. Belki
alıp verip ekonomiye can verirler. Ne de olsa koskoca finans sektörü.
Ancak kârları koskoca olan finans dünyasının kendisi o
kadar da kocaman görünmüyor. 2011 yılında yarattığı istihdam sadece 255 bin.[iv]
Borsada halka açık şirketlerde hisse senedi sahibi sayısı ise 1 milyon. Kaldı
ki bunların çoğunluğu büyük oyuncuların yuttuğu küçük balıklar. Kısacası bu
kârlar bankalarımızın, portföy şirketlerimizin, dev holdinglerimizin ve büyük
yabancı oyuncuların cebine akmaktadır.
Emperyalizmin
Fideliklerinde Emekçinin Suyu Sıkılır
Sömürü yalnızca
bağımlı ülkelerin açıklarına karşılık yüksek faiz getirisi sağlayan sermaye
hareketlerinden ibaret değil. Küresel sermaye ve taşeronları ücretleri
bastırarak üretim maliyetlerini düşürmek ve kârlarını en çoklaştırmak
derdindedirler.
24 Ocak kararlarını uygulamaya koyan 12 Eylül cuntası ve
sonraki dönem nasıl ücretleri işveren lehine bastırdıysa, emperyalizmin son
hamlesi AKP döneminde de emekçinin ensesindeki yumruk katmerlenmiştir. AKP’nin
iktidara geldiği 2002 yılından 2009 yılına sanayi işçilerinin gerçek ücretleri %5.5
oranında geriledi. Üstelik bu seviye 2001 krizindeki ücretlerin dahi
altındadır.[v]
Eğer işçi
hakkını arayacak olursa, emperyalist sermayenin uzantısı ve ortaklığını yapan
büyük sermaye gruplarımız emekçinin gözünü korkutmaya kalkar. Sabancı Holding
de haklarını arayan Lassa işçilerine karşı fabrikayı işgücü maliyetinin daha
düşük olduğu Mısır’a taşıyacağını ilan etmiştir.[vi]
Ne de olsa sınırlar yok! Sermaye bir bakmışsın Gebze Organize Sanayi
Bölgesi’nde bir bakmışsın Malezya’da belki de Mısır’da.
AKP de buna uygun politikaları uygulamakta gecikmemiştir.
2003’te geçirdiği 4857 sayılı iş yasasıyla kıdem tazminatı ve iş güvencesine
ilişkin kazanılmış hakları yok saymış, aynı yasada işçiler için kölelik
koşullarının oluşmasına hizmet eden “işçi kiralama” uygulamasını da hayata
geçirmiştir.[vii]
Tabii ki AKP bu operasyonların ödülünü ve gelecektekilerin
peşinatını emperyalist kurumlardan yeterince almıştır. 2005 yılında hükümet
hiçbir güvenilirlik ölçütüne uymamasına rağmen IMF 10 milyar Dolar tutarındaki
yardımı neden sağladığını raporlarında geçen şu cümleyle ifade etmiştir: “Üç
yıllık bir program 2007 Kasımında yapılacak olan bir sonraki genel seçimler
için bir çıpa sağlayacaktır.”[viii]
Küçük Üreticinin
Boğazına Çökenler
Emperyalizmin tekelci kapitalizm
olduğuna yukarıda kısaca değinmiştik. Önce kendi iç piyasalarında büyüyen ve
devleşen batı tekelleri ve bunların ortaklığını yürüten yerli büyük sermaye
grupları tekel olmanın gücüyle küçük üreticiyi can çekişen bir konuma
sürüklemiştir.
Sanayi ürünleri satışında
alternatifsiz, hammadde alımında güçlü alıcı konumundaki tekeller kendi
satışlarında fiyatı sürekli yükseltirken, küçük üreticiden aldıkları hammadde
ve ara malların fiyatları ya sabit kalmaktadır ya da düşmektedir.[ix]
İşte emperyalistlerin ve yerli ortaklarının tekel kârlarını bu sömürü payı
oluşturur.
Bahsettiğimiz sömürü mekanizmasının sonuçlarını
Türkiye’nin toplumsal yapısındaki değişimde de görebiliriz. 1980 yılında
Türkiye’de çalışan nüfusun %30’u ücretlilerden oluşuyordu.[x]
Kalanlarsa kendi hesabına çalışanlar, işverenler ve benzeri gruplardı. 2010
Türkiye’sine geldiğimizdeyse çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin oranı %60’a
yükselmişti.[xi]
Elbette çalışan nüfustaki bu değişim
bir noktada tarımsal nüfusun daralıp sanayi nüfusunun gelişmesi anlamına
geliyor. Ancak tuhaflık şu noktada: kalkınma ve refahı anlamına gelecek bir
sanayileşme sürecinde sanayi işgücüne talep arttığı için gerçek ücretlerin de
yükselme eğilimine girmesi gerekirdi. Öte yandan tarımsal istihdam daralsa dahi
gelişen teknolojinin tarımsal üretkenliği eskisinden de iyi konuma getirmesi
beklenirdi.
Oysa yaşadığımız çarpık sanayileşme,
ülkenin bütünlüklü bir kalkınmasına yönelik değil emperyalist sermayenin
ihtiyaçlarına göre şekillendi. Hem bağımlı bir yapı geliştirildi hem de ucuz
işgücünden faydalanmak adına refaha değil sömürüye dayalı bir sanayileşme ve
kentleşme süreci yaşandı.
Ücretlilerin çalışan nüfusa oranla
artışı da bu resimde küçük üreticinin, esnafın, zanaatkârın, çiftçinin dev
tekeller karşısında can çekişmesinin, mülkünü kaybedişinin ve işgücünden başka
satacak bir şeyi olmayan insanlar olarak şehirlere göçmesinin hikâyesidir.
Bugün de bu sınıfların üzerindeki baskılar artarak devam etmektedir. Doktor,
avukat, eczacı gibi eğitimli orta sınıflar da ücretlerinin bastırılması ve
tekellere hizmet edecek işçilere dönüştürülme sürecinde diğer kesimlerle aynı saldırıya
maruz kalmaktadır.
29 Ekim’in Programı
Hangi Sınıfların Çıkarını Temsil Ediyor?
1923’ten bu yana Türkiye’nin
toplumsal yapısı aynı kalmadı. Aynı kalmadığı gibi sınıfların devrime yönelik
tutumları da değişme gösterdi. O dönemki nitelik ve nicelik bakımından geri
işçi sınıfı siyasi potansiyeli en yüksek, en geniş sınıf haline geldi.
Cumhuriyet döneminde gelişip serpilen büyük sermaye çevreleri Türkiye’nin ucuz
işgücü, hammadde üreticisi, montaj sanayi üssü olmasından yana emperyalizme
eklemlendi. Gericiliği ve etnik gerilimleri emekçi sınıflara yeni “kimlikler”
dağıtmak adına üretti.
Ancak 29 Ekim’in programı bellidir.
Emperyalizmi ve ortaçağ ilişkilerini tasfiye programını o dönem cılız olan Türk
burjuvazisi sahipleniyorsa ve bugün bu programa karşı konumlanıyorsa kendisi bu
ilişkilerle iç içe geçtiğindendir.
Cumhuriyet aydınlanmacılığı da
bahsettiğimiz sınıfsal bağlamdan bağımsız düşünülemez. Neoliberal politikaların
uygulanması işçiyi, çiftçiyi, öğretmeni, eczacıyı köleleştirici politikaları
doğrudan dayatıyor. Etnik ve dinsel kimliklerin öne çıkarılmasıysa halkın
kaynaklarını bir avuç sermayedarın ve emperyalistlerin kasasına aktarmanın
dolaylı yolu, ideolojik kılıfıdır. Sosyal bilimciler artık artan eşitsizliğin
dinsel telkinlerle çalışanlar arasında nasıl meşrulaştırıldığına yönelik
çalışmalar yapıyor.[xii]
Sözün özü, 29 Ekim emperyalizme ve
gericiliğe karşı en geniş cephenin programıdır. Emeğiyle yaşayanların,
öğretmenlerin, doktorların, mühendislerin, çiftçinin, Bursa’daki havlu
atölyesinde tekellere karşı yaşamaya çalışan küçük üreticinin programıdır.
Günümüz koşullarında sömürü mekanizmasını işleten yerel uzantı sermaye sınıfı
da bu programın karşısında konumlanmıştır.
Tüm devrimci vatanseverlerin ülke
gerçekliğini bu yönde kavrayıp, siyaset üreteceği bir dönemdeyiz. 29 Ekimleri
bu bilinçle kutlayacağız. Vatan ve ekmek mücadelesini birleştireceğiz.
[i]Mehmet
Bedri Gültekin, “Büyük Oyun” içinde Kürt Sorunu, Teori Dergisi, sayı 271, sf. 7
– 8
[ii].
V.İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, 2006.
[v]
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, sf. 216, İmge Kitabevi Yayınları, 2011.
[vii]
Yıldırım Koç, AKP İşçilere Nasıl Zarar Veriyor, sf. 32, Kaynak Yayınları, 2006.
[viii]
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, sf. 197, İmge Kitabevi Yayınları, 2011.
[ix]Yıldırım Koç, Günümüzde
Emperyalist Sömürü Mekanizması, sf. 35, Tüm İktisatçılar Birliği Yayınları,
1976
[xi]DİSK – Sosyal-İş Sendikası, 13.
Olağan Genel Kurulu, Çalışma Raporu, sf. 25, 2012.
[xii] Korkut Boratav, “Emeğin
tevekkülü”, Birgün gazetesi, 04.09.212
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder