- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
(27
Mayıs) İbn Haldun’un doğum günüdür...
Ölümünün üzerinden 600 yıl geçmesine rağmen İbn Haldun,
Türkiye’nin siyasi gündemini belirlemektedir. Bugün herkes onun tarihsel
önemini tartışmaktadır. Ne mutlu ona...
Geçen sene İstanbul’da İbn Haldun Üniversitesi’nin açılışı
yapıldı. Bu açılışta bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bilim
dünyasının İbn Haldun’a yeterince önem vermemesini eleştirerek onun eserlerinin
“kendi değerlerine düşman, yasakçı ve baskıcı Jakobenler tarafından
yasaklandığını” ileri sürdü.
Erdoğan’ın konuşmasının kendisine ait olmadığı hatta söz konusu
konuşmanın, Üniversite’nin çiçeği burnunda rektörü Recep Şentürk tarafından
hazırlandığı sonradan ortaya çıktı. Recep Şentürk bir gazeteye verdiği
mülakatta da aynı şeyleri (biraz da üniversitenin reklamını yaparak)
söylemişti: “Artık
Türk insanı, Batı düşüncesine ve bilimine mahkum edilemez.”
Neresinden baksanız sorunlu cümleler ve sorunlu mantık
silsilesi...
aştan belirtelim, İbn Haldun’un adının Türk insanı tarafından
duyulmasını engelleyen, eserlerinin okunmasını yasaklayan Jakobenler değil,
Yeni Osmanlıcıların her fırsatta övgüyle bahsettikleri II. Abdülhamit’tir. Söz
konusu yasağa ilişkin bilgiyi geçen Şubat ayındaki bir yazımızda (http://odatv.com/yazar/sadik-usta/musluman-ulkeler-neden-cokus-sureci-yasiyor-0402171200.html) gündeme
getirmiş ve İbn Haldun’un eserlerinin önünde sonunda bu iktidar tarafından
yasaklanacağını da belirtmiştik. Bu öngörümüzü hâlâ koruyoruz.
Bu yazının amacı sadece bu konuyu tartışmak değildir, aynı
zamanda baskıcı rejimler tarafından her daim tehlikeli bulunan İbn Haldun’un
birikimini ve görüşlerini Batı’nın düşünsel birikimiyle kıyaslamaktır.
Makalemiz biraz uzun ama ilgililerden sabırla okumalarını rica
ediyoruz...
PEKİ II. ABDÜLHAMİT İBN
HALDUN'U NİYE YASAKLADI
İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgilerden öğreniyoruz ki İbn
Haldun’un eserinde yer alan “Uygarlığın gelişebilmesi için Şeriatın illa şart
olmadığına” dair kanaat,eserin yasaklanmasına neden olmuş. Eser incelendiğinde
görülecektir ki (her ne kadar yasaklanmasının gerekçesi böyle belirtilmiş olsa
da) yasaklanmasının asıl nedeni bu olamaz. Bunun daha derinde yatan başka
gerekçeleri de var ki işte bunlar onun bu iktidar tarafından yeniden
yasaklanmasına neden olacaktır!
İBN HALDUN KİMDİR
İbn Haldun’un hayatı tam bir macera...
Hayat onu bayağı örselemiş... Yaşamı sadece sürekli değişmemiş,
hep kaybeden tarafta da olmuş. Diplomatlık görevinin yanı sıra, birçok emire ve
hükümdara danışmanlık ve baş kadılık da yapmış. Sürekli bir yerden bir yere
sürülmüş ya da kaçmak zorunda kalmış. Hatta iki senelik bir hapis hayatı da
var...
1384 yılında Hacca giderken soluklanmak için mola verdiği
Kahire’de, Memlüklü Emiri’nin ricası üzerine hayatının sonuna kadar Mısır’da
kalmak zorunda kalmış...
Ömrünün son çeyreğini geçirdiği Kahire’deki yaşamı da pek
maceralıdır. Talihsizlikler ve felaketler burada da peşini bırakmamış, Baş
kadılık görevini yerel kadıların ve bürokratların kıskançlıkları nedeniyle
sürekli bırakmak zorunda kalmış ama her defasında Emir tarafından yeniden o
göreve atanmış.
Sonra kapısını esas büyük felaket çalmış...
Tunus’ta arkasında bıraktığı eşine, onu ve çocuklarını yanına
aldırmak istediğini söylemiş, bu nedenle de bütün mal varlığını satmasını ve
ondan çocuklarla birlikte Mısır’a gelmesini istemiş. Gel gör ki Akdeniz’de bir
deniz kazasında hem eşini ve çocuklarını hem de bütün mal varlığını kaybetmiş.
O tarihten sonra da hayat İbn Haldun açısından daha da katlanılmaz hale
gelmiş...
MUKADDİME'NİN YAZILIŞI
İbn Haldun kendisi kadar ünlü eserini, Tarih (Kitab
al-İbar)’i,1380 yılında önemli belge ve arşivleri de başvurarak Tunus’tayken
bitirmiş, fakat kitap o henüz hayattayken o kadar ilgi görmüş ki onu birkaç kez
gözden geçirerek yeniden yayımlamak durumunda kalmış.
Tartışmalara konu olan Mukaddime ise Tarih adlı
7 ciltlik eserinin “Giriş” kısmıdır. En son nüshasını ölümünden birkaç sene
önce düzeltmiş. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü Mukaddime’dir,
ikinci bölüm Arap tarihinin yanı sıra Suriye, İran, Yahudi, Yunan, Türk ve
Frenk tarihini anlatır, üçüncü bölümdeyse Afrikalı kavimlerinin tarihini betimler.
Eserin 7. cildinden kendisi ve ailesi hakkında bilgiler edinmek de mümkün.
İbn Haldun’un bu eseri, bir bakıma yılların deneyimine ve
birikimine sahip bilge bir düşünürün hayata dair görüp not ettiklerini içeren
bir ansiklopedidir.
İbn al-Hatib’e göre, İbn Haldun Opus Magnum’unun
yanı sıra birçok manzume eser, matematik ve mantık bilimine ilişkin kitaplar,
risaleler, İbn Rüşd’ün ve el-Razi’nin eserlerinden seçmeler yayımlamış.
Genel anlamda İbn Haldun, düşünce tarihinde değeri yeterince
anlaşılamamış, bu açıdan eseri de yeterince incelenmemiş muazzam birikime sahip
bir düşünürdür. Fakat Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi değerinin
anlaşılamamış olmasının nedeni, onun “despot Jakobenler” tarafından
yasaklanması değil, baskıcı rejimiyle ünlü II. Abdülhamit tarafından
yasaklanmasıdır. Çünkü o her türden yaratıcı ve farklı fikirden korkardı...
Mukaddime incelendiğinde
görülecektir ki bu eser, hem ondan bir yüz yıl sonra yaşamış İtalyan düşünürü
ve devlet adamı Niccola Macchiavelli’nin Prenskitabıyla benzerlikler taşır hem de aynı zamanda tarih,
ilahiyat, devlet teorisi, toplumbilim, psikoloji, biyoloji alanlarındaki
görüşleri ve ortaya koyduğu bilgi kuramı açısından 17. ve 18. yüzyılın Rönesans
ve Aydınlanma düşünürlerinin eserleriyle kıyaslanabilir değerdedir. Ve en çok
da bir devlet teorisyeni olan Jean Bodin’in Devlet Üzerine adlı eseriyle…
16. yüzyılda yaşamış olan Jean Bodin de kısmen İbn Haldun gibi
değeri yeterince anlaşılamamış büyük bir düşünürdür. Toplumların ve devletlerin
kuruluşunu, İbn Haldun gibi,o da maddi nedenlerle açıklar. Örneğin 6 kitap
içeren eserinde, “Devlet, Aile, Yurttaş ve Egemenlik Üzerine” başlıklı
bölümde,ailelerin ve devletlerin hangi temeller üzerinde kurulduğunu,
toplumlarda egemenlik ve yönetim ilişkisinin hangi doğal süreçlerden geçerek
inşa edildiğini açıklar. Bodin’e göre “Devlet, birçok
ailenin ve bunların ortak amacına uygun yasalarla egemenlik hakkı verilmiş bir
yönetimin adıdır.” Bodin, insanlığın gelişim sürecini
laik bir bakış açısıyla ele alır. Bu gelişimi kutsal kitaplarda ifade edildiği
gibi Tanrının inayetiyle değil, doğal koşulların (üretim, tüketim ve bölüşüm)
zorunluluğuyla açıklar. Aynı anlayışı en sağlam şekliyle, Bodin’den bir yüz yıl
önce İbn Haldun’da da görüyoruz. Büyük bir zihin açıklığıyla kavranan ve sonra
materyalist bir tarzda ortaya konan uygarlık süreci o dönemin moda üslubuyla,
yani dini tekerlemelerle süslenerek, anlatılmıştır.
Devletlerin doğal süreçler içinde kurulduğunu belirten İbn
Haldun, bir insan ömrü gibi onun da bir kuruluş, gelişme (yükselme) ve yıkılış
döneminin olduğunu söyler. O, bu sürecin şahısların ihtiraslarıyla ya da fikir
hareketlerince belirlenmediğini; toplumsal hareketlerin etkisiyle ve doğal
koşullar tarafından belirlendiğini vurgularken materyalist bir bakış açısına
sahiptir: “Devletin
yaşam süresi, gücün duraklama çağına dek artıp sonra gerilemesi yönünden
insanın yaşam süresi gibidir... Onların yaşam süreleri dolduğunda, ne bir saat
gecikebilir ne de öne geçilebilir.”
Yüzyıllar sonra birçok düşünür, tarihte bireylerin ve
kahramanların oynadıkları rolleri tartışan incelemeler kaleme alırken İbn
Haldun’un yüzyıllar önce ifade ettiği görüşlere yakın düşünceler ifade ederler.
İbn Haldun’un eseri Mukaddime,
100’ün üzerinde alt başlığa sahiptir ve bu başlıklar öylesine önemli konulara
temas eder ki bunların her biri ayrı bir incelemenin konusudur. Gel gör ki
ülkemizde Mukaddime hakkında
yapılan araştırmalar birkaç elin parmaklarının sayısını geçmez.
İbn Haldun Mukaddime’de
hem devlet ve yönetim formasyonlarını belli başlı başlıklar altında inceler hem
de yöneticilerin (imamların) sahip olması gereken niteliklere ilişkin önemli
tavsiyelerde bulunur. Mukaddime’yi
bir siyasetname olarak da okuyabiliriz. Aynı şeyi Bodin’in, 200 yıl sonra da
Thomas Hobbes’un Leviathan adlı
eserinde yaptığını görüyoruz. İbn Haldun cemaati yönetmekten sorumlu imamın
karakterinin nasıl olması gerektiğini ve bir önder olarak taşıması gereken
özelliklerini şöyle sıralar: dürüstlük, adalet, yumuşak huyluluk, bilime önem
vermek, yetenek, ruhsal denge... Ne kadar az bulunur nitelikler değil mi...
TARİH BİLİMİNİN ÖNEMİ
İbn Haldun’dan önce de tarih bilimine ilişkin önemli ilkeler
saptanmıştı ki Herodotos, Thukydides, Aristoteles’in eserlerinde debunları
görürüz. Ancak sanırız İbn Haldun’dan önce tarih bilimi hakkında bu kadar açık,
ayrıntılı ve mantıklı açıklamada bulunan bir başka düşünür yoktur. O tarihi,
“bağımsız bir bilim” olarak görür, “çünkü onun özel bir konusu vardır:
toplumsal yaşam ve insan toplumu.” O tarih bilimini, sadece şahısların,
kralların, imamların bireysel rollerinden bağımsız olarak incelemez, aynı
zamanda onu, olguların dış çerçevesini aşan, görünürdekinin ötesine geçen maddi
gerekçelerle açıklar. “Ümran”
olarak ifade ettiği toplumlaşma ve uygarlaşma sürecini sadece mantıkla
açıklamaz, aynı zamanda o dönemin bir düşünüründen beklenmeyecek bir zekayla,
“toplumların üretim ve tüketim ihtiyacından, iş bölümü ve çeşitli mesleklerin
icra edilebilmesi için gerekli olan araçların yaratılmasının zorunluluğundan”
hareketle açıklar. Buyurun, sanki şimdi de Adam Smith konuşmaktadır...
Birçok modern bilim adamı, insanoğlunun temel karakterini
bireycilik ve bencillikle açıklarken, İbn Haldun bunun aksini iddia ederek
insanoğlunun esas karakterinin “topluluk içinde yaşamaya eğilimli” olduğunu
belirtir.
Bilim ve siyaset ilişkisini de inceleyen İbn Haldun, bilimin
evrensel olduğunu, onun günün iktidar sahiplerinin isteklerinin aksine
iktidarların emrine girmemesi gerektiğini, ayrıca kültürel ve dini koşullarla
da sınırlanamayacağını vurgular: “Bilginler,
bütün insanlar içinde, politikaya en yabancı olanlardır. Çünkü onlar, zihinsel
kurgularının peşinden giderler.Duyumsadıkları (gözlem ve deney) şeylerden
çıkardıkları; özele uygulanamayan,yani birey, ırk, kavim ya da grup için
olmayan, fakat evrensel olarak kavradıkları düşüncelere gömülürler.”
İbn Haldun otoritenin, düzenliliğin ve din olgusunun toplumsal
rolünü çok önemser, ancak buna rağmen devletin özgürlüklere önem ve izin
vermesinin zorunluluğuna da işaret eder. Bu açıdan o, devletin bireysel
özgürlüklere müdahalesini sadece eleştirmez aynı zamanda bunu hem gayri ahlaki
görür hem de toplumsal barış açısından tehlikeli bulur.
İbn Haldun; emek ve değer teorisine, iş bölümü ve üretim
araçlarına, canlık varlıkların ortak bir kökene sahip olduklarını vurgulayan
evrim teorisi, devlet ve toplumların kuruluş koşullarına, komşularla
ilişkilere, barışçıl politikalara, yönetim katında hakkaniyete, ölçülülüğe,
köleliğin kaldırılmasına, toprak baronlarının siyasi gücünü artırması dolayısıyla
toprakların tek elde toplanmasına yönelik eleştiriler getirmiş, dahası
ticaretin uygarlaşma sürecindeki önemi, vergilerin adilliği, özel mülkiyete
saygı, bürokratik konumun suiistimal edilmemesi gibi konularda da çağdaş
görüşler ortaya atmış; bunları devletlerin ve toplumların varlığını devam
ettirmesinin veya yok olmasının önemli nedenleri olarak dile getirmiştir.
Büyük İmparator Timur ile görüşmesi ve devlet adamına yönelik
tavsiyeleriyse bir başka yazının konusudur...
İBN HALDUN'U YARATAN KOŞULLAR
Peki İbn Haldun’un söz konusu çağdaş düşüncesinin temeli neye
dayanıyordu?
Kuşkusuz bunda adım adım yükselmekte olan Akdeniz’e kıyı
ülkelerin (ki bunların başında İtalya’nın kent devletleri gelmekteydi)
manüfaktür alanındaki ekonomik gelişmesi ve özellikle de kapitalistleşme
sürecinin bir ifadesi olan ticaretin canlanması önemli bir rol oynuyordu.
13. ve 14. yüzyılda görülen tarım alanındaki gelişme, ticaretin
ve pazarların büyümesi, Akdeniz’in deniz ulaşımı, Kuzey Afrikalı kavimlerin ve
devletlerin kapitalistleşme sürecine çekilmesi, kısacası feodal sistemin
şafağında beliren kapitalist üretim ilişkilerinin başta Endülüs olmak üzere
Tunus ve diğer Afrika ülkelerini etkisi altına almasına bağlamak gerekir.
Dokumacılık, dericilik, sütçülük ve süt ürünleri üretimi, un değirmenciliği,
seramik üretimi, zeytin yağı üretimi, kerestecilik, şarapçılık, madencilik vs
gibi önemli üretim ve tüketim alanları, her açıdan gelişmekte ve yenilenmekte
olan toplumların ve özellikle de kentlerin toplumsal, ekonomik, hukuki, siyasi
ve kültürel ihtiyacına yanıt veren modern teori ve kuramları zorunlu kılıyordu.
İbn Haldun bu sürecin ilk teorisyeni olarak öne çıkmıştır.
İbn Haldun’un kuramında sadece Rönesans’ın modernleştirici ışığı
parlamıyor, aynı zamanda bu kuram Aydınlanma düşüncesine kadar uzanan devrimci
bir potansiyel de taşıyordu.
İbn Haldun’un birikimi ve zekası, sadece Jean Bodin’le değil din
konusundaki görüşleri açısından Aydınlanmanın filozofu Kant’la da
kıyaslanabilir.
Birçok insanın yanlış değerlendirdiği gibi İbn Haldun dinin
gereklerini bilimin önüne koymaz, aksine bir mantık-yazarlık oyunuyla dinin
bilimden elini çekmesini salık verir: “Mantık,
din yasalarına ve onların açık anlamlarına karşıt olabilir... Hiç kimse, ilk
önce İslam’ın dinsel bilimlerine tam hakim olmadan mantığa başlamamalıdır.
Yoksa onun kurbanı olur.” İbn Haldun’un bu
sözleri bize Kant’ın hurafe ve batıl inanca karşı yazdığı şu sözlerini
hatırlatır: “Eğer din
davasını iyi niyetli bir amaçla savunmaya kalkan biri çıkıp da doğanın evrensel
yasalarındaki (bir) yetkinliğe karşı koyarsa, mahcup olmakla kalmayacak, aynı
zamanda yaptığı savunmayla inançsızlığın zaferine inanılmaz bir imkan da
verecektir.”
İBN HALDUN SOL GELENEKTİR
İbn Haldun sadece muhafazakar dinciler tarafından suiistimal
edilmemiş aynı zamanda sol çevreler tarafından da görmezden gelinmiştir.
Sanırız bunun esas nedeni, sol çevrelerin toplumumuzun tarihinden gelen bilgi
birikimini ve kültürel birikimi daha baştan sağcılara ve muhafazakarlara aitmiş
gibi kabul etmesi, sözüm ona aşırı modern konumlar takınarak halkımızın
tarihsel köklerinden gelen ilerici devrimci birikimden kopmasıdır. Umarız İbn
Haldun ve Mukaddime üzerine yürütülen bu tartışmalarla birlikte sol da İbn
Haldun’un değerini anlamak için kolları sıvar.
Şunu da vurgulamadan geçmeyelim, bundan 50 yıl önce sol
hareketin önemli liderleri de İbn Haldun’u büyük bir tarihsel değer olarak
görüyor ve onun öğretisini inceliyordu. Örneğin 60’lı yıllardan sonra Mihri
Belli ve Hikmet Kıvılcımlı, Yön dergisini yöneten Doğan Avcıoğlu, Mukaddime’nin
ve İbn Haldun’un içerdiği devrimci potansiyelin farkındalardı ve yazılarında
bunu dile getirmişlerdi. Ne yazık ki bu bilimsel tavır ve tutum, sonraki
devrimci kuşaklara aktarılamadı.
(Not: Bu arada Yön dergisinin önümüzdeki Haziran sayısında,
bizimle yapılmış İbn Haldun ve Ütopya içerikli bir söyleşi de yayımlanacaktır.
Okurlarımızın dikkatinize sunuyoruz...)
Sadık Usta
Yorumlar
Yorum Gönder